Quantcast
Channel: Paslanmaz Kalem » roman
Viewing all articles
Browse latest Browse all 3

Savaşın Karşısında Sanat: Yahudi Bir Yazar ve Bir Kore Gazisinin Düşündürdükleri

$
0
0

Başta edebiyat olmak üzere sanat siz, dedem ve ben gibi sıradan, “küçük insanlar”ın aslında birbirimizden hiçbir farkı olmadığını, hatta kimi “büyük insanlar” için masada yer alan arazi haritası üzerindeki çizgiler ve piyonlardan ibaret olduğumuzu ne güzel hatırlatıyor, değil mi?

“Us and Them
And after all, we’re only ordinary men
Me and you
God only knows it’s not what we would choose to do
Forward he cried from the rear
And the front rank died
And the General sat, as the lines on the map
Moved from side to side
Black and Blue
And who knows which is which and who is who
Up and down
And in the end it’s only round and round and round
Haven’t you heard it’s a battle of words
The poster bearer cried
Listen son, said the man with the gun
There’s room for you inside
Down and Out
It can’t be helped but there’s a lot of it about
With, without
And who’ll deny that’s what the fighting’s all about
Get out of the way, it’s a busy day
And I’ve got things on my mind
For want of the price of tea and a slice
The old man died

Biz ve Onlar
Sonuçta hepimiz sıradan insanlarız
Sen ve ben
Yalnızca Tanrı biliyor ki bizim yapacağımız seçim bu olmazdı
İleri diye bağırdı geriden
Ve ön sıranın tümü canını verdi
General oturuyordu, haritadaki çizgiler oradan oraya oynarken
Siyah ve Mavi
Ve kim bilir ki hangisi kim
Yukarı ve aşağı
Ama sonuçta sadece daireler çizerek
Bu bir sözcükler savaşı, duymadın mı
Diye bağırdı afiş taşıyan
Dinle beni oğlum, dedi eli silahlı adam
İçeride sana yer var
Fakir fukara
Kaçınılmaz olarak çok var etrafta
Sahip olmak ya da olmamak
Savaşın tek nedeninin bu olduğunu kim reddedebilir
Yolumdan çekil, bugün çok yoğunum
Ve aklımda bir sürü şey var
Bir çay ve bir dilim parasına
Yaşlı adam canını verdi*

 

Amerikalı deniz piyadesi Anthony Swofford’un Birinci Körfez Savaşı anılarını anlattığı “Jarhead” isimli kitap 2005 yılında Sam Mendes tarafından sinemaya uyarlanmıştı. Kaderin bir tesadüfü, filmin açılış sahnesinin hayatımla bir paralelliği bulunmaktadır.

jarhead-paslanmaz-kalem

“Babası Vietnam’da görev yapan pislik sen misin?”

Komutan: (acemi askerlerin tümüne) Artık siyah, kahverengi, sarı veya kırmızı değilsiniz! Hepiniz yeşilsiniz! Açık yeşil! Ya da koyu yeşil! Anlaşıldı mı?

Askerler: Evet, efendim!

Komutan: Swofford!

Anthony Swofford: Emredin, efendim!

Komutan: Babası Vietnam’da görev yapan pislik sen misin?

Anthony Swofford: Evet, efendim!

Komutan: Harika! Orada ölecek kadar taşak var mıymış onda?

Anthony Swofford: Hayır, efendim!

Komutan: Çok üzüldüm! Orayı hiç anlatır mıydı?

Anthony Swofford: Sadece bir kez anlattı, efendim!

Komutan: Güzel! Demek ki yalan söylemiyormuş!

Anne tarafımdan dedem bir Kore gazisi ve hâlâ hayatta. Kore hükümeti her sene hayatta olan Kore gazilerinin torunlarını topraklarına davet edip memleketlerinde ağırlıyor. Bu sene dayımın kızı olan üniversite çağındaki kuzenim de bu davetlilerden biriydi. Görüştüğümüz bir ara kendisine sordum, “Melisa, dedemiz sana hiç savaştan bahsetti mi?” diye. “Hayır,” diye yanıtladı beni. Ona yer aldığı savaş hakkında hiçbir şey anlatmazken, bana da bir keresinde -benim sormam üzerine- sadece birkaç şey aktarmıştı: yanında korkudan tir tir titreyip siperi terk edemeyen yüzbaşıyı, yan çadırda patlayan ve içindeki silah arkadaşlarını öldüren bir el bombasını ve yatakhanede sarhoşken çok gürültü çıkardığı için dövdüğü Amerikan askerini. En rahat anlatabildiği hikaye de bu sonuncusuydu.

Annemin bir ara anlattığı kadarıyla da sadece şunu biliyorum: Dedem savaştan döndüğü zaman uzun bir süre konuşmamış ve başından geçenleri anlatmamış… Dolayısıyla orada tam olarak neler olduğunu anneannem bile pek iyi bilmiyor.

Devletlerin birbirleriyle yaşadıkları çıkar çatışmalarından dolayı, tanımadığı, hiçbir zaman görmediği ve aslında büyük bir ihtimalle hayatı boyunca da görmeyeceği bir yere yine aynı şekilde tanımadığı ve görmediği insanları öldürmeye yollanan bir genç adam… Hayatından çalınan büyük bir zaman… Ve günümüz insanını daha az korkutması için yumuşatılıp, içi boşaltılan ve ismine “post-travmatik stres bozukluğu” denilen, dedemin asla yaşamaması gereken, hak etmediği bir ruhsal bozukluk… İşte size basit bir özet.

Sadece basit bir psikolojik rahatsızlık!

Sadece basit bir psikolojik rahatsızlık!

Ve sonra Pink Floyd’un yukarıdaki sözlerini görüyorsunuz. Başta edebiyat olmak üzere sanat siz, dedem ve ben gibi sıradan, “küçük insanlar”ın aslında birbirimizden hiçbir farkı olmadığını, hatta kimi “büyük insanlar” için masada yer alan arazi haritası üzerindeki çizgiler ve piyonlardan ibaret olduğumuzu ne güzel hatırlatıyor, değil mi?

Tüfeği doğrulttuğumuz “düşman”ımızın da aslında bir anne ve babanın evladı olduğunu, kendine ait hayaller kurduğunu, zamanında bir kadını sevip onunla evlendiğini ve bu kadının savaş bitene kadar her gece ağlayıp diken üstünde kocasını beklediğini size sadece sanat anlatabilir. Bizim gibi küçük insanların asıl gerçekleri bunlardır; bir savaş sonunda ülke olarak kaç kilometre kare toprak kazanıldığı ya da hangi antlaşmayla ne avantajlar sağlandığı değil.

Ve bu gerçekler de gazetede, televizyonda ya da tarih kitaplarında yer almaz. Bunları sadece Picasso’nun “Guernica”sında, Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ında ya da Pink Floyd’un “The Final Cut” albümünde bulabilirsiniz. Ve tabii ki benzerlerinde…

Guernica

Guernica

Buna benzer bir eser ise İsrailli David Grossman’ın henüz Türkçeye çevrilmeyen “Toprağın Sonuna Kadar” (“To The End of the Land”) isimli son romanı. Romanda, askerdeki oğlunun ölmesinden delicesine korkan ve bir gün evinden ayrılıp kuzey İsrail’in kırsalında bir yolculuğa çıkarak oğlunun ölüm haberini alamayacağına ve dolayısıyla oğlunun gerçekte de ölmeyeceğine inanan bir annenin hikâyesi anlatılıyor.

to-the-end-of-the-land-david-grossman

Grossman romanını kaleme alırken, oğlu Uri, 2006’daki İsrail-Hizbullah savaşının son günlerinde tankına isabet eden bir roketle öldü. Grossman, İsrailli öncü başka yazarlarla birlikte günler önce yaptığı bir basın toplantısında bu savaşa karşı çıkmıştı. Yazar bir haftalık matemi (shivah’sı) bittiği gün yazmaya geri döndü. Bu, yazarın tabiriyle, “hayatı seçme” yöntemiydi. Ve okuyucu olarak, dipsiz, kaotik keder ile yazarın dünyayı yeniden yaratma isteği arasındaki çekişmeyi kitapta hissediyorsunuz.

David-Grossman-Torah

Oğlunun ölümü ardından kendisine Tevrat’tan metinlerin yazılı olduğu bir hediye verilen Grossman… Acaba içinden “Bu ödül yerine oğluma sarılıyor olabilirdim,” demiyor mu?”

 

İşgal edilmiş topraklardaki bir göreve giden oğlunun ardından Ora, yolculuğunun amacını kendine şöyle anlatmaktadır: “…eğer evden kaçarsa, anlaşma -durumu bu kelimeyle ifade ediyordu- bir süre ertelenecekti… Bu nedensiz anlaşma şunu belirtiyordu: Ora, oğlunun ölüm haberini almayı kabul ederek, bu karışık ve sıkıntılı süreci düzgün, normatif bir sonuca getirmeyi kabul edecek ve böylelikle kendisini de bu suçun bir aksesuarı durumuna sokacaktı.” İşte Ora, çocuklarını savaşa yollayan ailelerin doğrudan kabul ettiği bu “anlaşma”ya uymamak için kendince bir yol bulmuştu.

“Ölüm” kelimesi kulağında çınlarken, Ora, çocuklarını savaşa yollama mantığı üzerine kurulu bir toplumu reddetmesi gerektiğine karar veriyor. Politik dili böylesine izole olmuş ve cansızlaşmış bir kültürde düşmanların acısını bırakın, kendi vatandaşlarının acısı hakkında bile bir tartışma yapmak mümkün değildir. Grossman eserinde bu kemikleşmiş dili ortaya çıkarmaktadır: “İsrail’de yaşayanlar, korkuların nasıl kendi etraflarında idealler oluşturduğunu, “ihtiyaç”ların “değer” haline geldiğini ve gerçekliğe uyumsuz, öznel bir dünya görüşünün ve özfarkındalığın maddeleştiğini anlayacaklardır. Bu noktadan sonra, özellikle bu çarpık gerçekliğin sürmesini dileyenlerin manipülasyonuyla yeni bir dil ortaya çıkıyor. Bu dilin sözcükleri gerçeği açıklamaya yaramamakta, onu karartmaya ve anlaşılmaz hale getirmeye çalışmaktadır.”

Dolayısıyla anlayabileceğiniz gibi Ora’nın (ve tabii ki bir dil aşığı olan yazar Grossman’ın) isyanı daha çok dille alakalıdır. Ora, bu kanlı ve katı kültürü ve onla beraber gelen dili reddetmektedir. Böylece çıktığı yolculukta, “…oğlunun her kirpik ve tırnağına, her yüz ifadesine, her gülüşüne, her sinirlenişine, her meraklı bakışına, ellerinin ve ağzının her hareketine, yüzüne günün değişik saatlerinde düşen gölgelere” birer isim vererek oğlu Ofer hakkında her an konuşabileceğini ve böylelikle de sözcüklerinin efsunlu gücünün onu hayatta tutacağını düşünmektedir.”

İnsan işte ancak böyle bir eser sayesinde anlayabilir “öteki”ni… Grossman’ın yaklaşımı sayesinde, kemikleşmiş “düşman” kelimesinin arkasındaki insan varoluşunu tek gerçek haliyle, yani tüm mutluluğu, sevgisi ve hüznüyle sadece böyle görebilirsiniz. Dünyadaki bütün insanların aslında aynı olduğunu ancak bu yolla kavrayabilirsiniz. Ünlü psikiyatrist Wilhelm Reich 1948 yılında yayımladığı (ve sonradan kitaplaştırılan) “Dinle Küçük Adam”da bütün küçük adamlara bu gerçeği şöyle hatırlatır:

Little-Big-Man

“…Haklısın Küçük Adam. Şu ya da bu ulusun barbarı sana saldırdığında tüfeğine yapışacaksın. Ama bak sen şunu anlamıyorsun bir türlü: Tüm ulusların ‘barbarlar’ı ömründe hiç çalışmamış olan Prens Şişinikus’un savaş çağrısı üzerine ‘Heil!’ diye bağırıp duran milyonlarca küçük adamdan başka bir şey değildir; onlar da tıpkı senin gibi adamdan sayılmadıklarına inanmakta ve ‘Ben kim oluyorum ki kendi görüşüm olacakmış?’ demektedirler.

“’Ben kim oluyorum?’ diye sormadığın, birisi olduğunu bildiğin, buna inandığın an, kendi görüşünün doğru, tarla ya da fabrikanın ölüme değil, yaşama hizmet etmek durumunda olduğunu anladığın, bu bilince vardığın an, kendi soruna kendin yanıt vereceksin.”


* Pink Floyd’un 1973 seneli “The Dark Side of the Moon” albümünden “Us and Them”


Viewing all articles
Browse latest Browse all 3

Latest Images